midnight in paris

sierra
woody allen’ın son filmidir, bir başyapıt olmaya aday. hemen izleyeyim diyenler cumartesi günü cinecity açık hava sinemalarına gideceklerdir.
turfanda askin bayat gubresi
bir makina olsa ve bu adamın kafasını opsiyonel olarak damardan yüklese en baba drugdan daha etkili olur bende, bana öyle geliyor. kim mi? tabii ki woody allen. çok filmini izledim mi? hayır. sanırım bu ya ikinci ya da üçüncü filmidir izlediğim. ama bu nasıl bir hayal gücüdür? bir insan hayal gücünü işleyip nasıl ortaya böyle bir şey çıkartır?

normalde insanların genelinde nostaljik bir özlem duygusu vardır. özlenen daha çok bireysel tarihi ile ilgili yakın geçmiş olur. en azından bu filmi izleyene kadar bende öyleydi.

adam özlem duyulucak geçmişin kralını hayal edip, bu geçmişe dönüşü ekranda hayata geçiriyor. hem de dönemin sanatının beşiği ve aşkın şehri paris’ te.

diyalogları ve kafa karışıklığı ile başrolde kendisi var ama owen wilson suretinde. ve kimlerle karşılaşmıyor ki paris caddelerindeki gece yarısı gezintilerinde: ernest hemingway, picasso, dali, t.s. eliot bunlardan sadece birkaçı. ve daha nicesi. insanın bilgiye susuzluğunu kamçılıyor her bir gecesi. ve hayallerinin fakirliğini yüzüne vuruyor.

oyuncu kadrosuna bir göz atmanız da neler vadettiği açısından bilgi sahibi olmanıza yardımcı olacaktır zaten.

izleyin, izlettirin derim. mevsimin soğuk gecelerinde battaniye ve şarabınıza mükemmel eşlik edeceğine dair bireysel yaşanmışlığımdan yola çıkarak gerekli garantiyi veririm.

afiyet olsun.
ladycapulet
marion cotillard’ın da oynaması sebebiylen daha mutlu mesut izlediğim bir film olmuştur kendisi. sadece erkeklere özgü değildir yani marion cotillard sevgisi/hayranlığı. baharın geldiği şu günlerde bence müzikleriyle, renkleriyle izlenilesi bir film. iyi hissettiriyor.
salomentol
edebiyatın farklı dallarıyla ilgili kimsenin kaçırmaması gereken müthiş bir film.
baştan sona herşey öyle güzel şekilde kurgulanmış ve aktarılmış ki filmin insanı büyülememesi elde değil.bu yüzden de aldığı "en iyi senaryo" ödülünü baştan sona hak ediyor.
amedeo modigliani,salvador dali,jean cocteau,f. scott fitzgerald,djuna barnes,t. s. eliot,luis buñuel,man ray,paul gauguin,edgar degas,picasso,henri de toulouse-lautrec,gertrude stein ve
ernest hemingway gibi sanatın farklı dallarındaki isimlerin birden karşınıza çıkması,özel hayatlarına dair birşeyler öğrenip birbirleriyle ilişkilerini görmek o anı yaşatıyor ve bu da insanı delice heyecanlandırıyor.
son yıllarda hiçbir filmi izlemek beni böylesine mutlu edip,heyecanlandırmamıştı.
woody allen’ın neredeyse bütün filmlerini izlemiş biri olarak bu film belki de en iyi filmi olmuş diyebilirim.
bir an önce dvd’si piyasa çıksın diye de film koleksiyonlarımın arasında en güzel yeri ayırmış beklemedeyim.
epikuros
sırf owen wilson’a sempati beslemeye başlatması açısından bile başarılıdır diyebiliriz filme. woody allen, bu penis burunlu adamı ceki çenli filmlerden çekip almış adam gibi bir rol vermiş. owen wilson için iddialı sayılabilecek bu ezik gil pender karakteri de üstünde hiç sırıtmamış.

senaryo ilginçtir, woody allen yaratıcıdır evet ama filmin en can alıcı noktası yeteri ölçüde işlenmemiş bence. geçiştirilmeye çalışılmış gibi. buldun madeni e işlesene woody abi. gil bir arabaya atlayıp 1920’lerin paris’ine gidiyor. tam burda kısırlaşıyor konu. zorlama ilişkilendirmeler, zorlama diyaloglar, ne kadar anlamlandırmaya çalışsa da yoruyor izleyiciyi ve en sonunda elinde "ne kadar geriye gidersen git daha da eskisine özenirsin" düşüncesinden başka bir şey kalmıyor.

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol